
Öztürk Polat
Sarp dağların arasından kıvrılan Dicle’nin sesi ruhuma sağaltım gibi geliyordu. Hayatımın en güzel otobüs yolculuklarından birini yapıyordum. Berrak bir gökyüzünün altında otogara indiğim an yüzüme çarpan taze sabah kokusu, bütün yorgunluğumu otobüsün bagajından aldığı valizime hapsetmişti.
Cizre’de öğretmen olarak görev yapan ve beni karşılamaya gelen ablam ile beraber bindiğimiz taksi, Cizre’nin içine doğru yol alırken ben de yol boyu bu tarihi kenti incelemeye koyuldum. Dicle’nin kıyısında harabeye dönmüş tarihi bir yapının önünden geçerken ablam: “Aslı bak burası Cizre’nin hafızası, Birça Belektir…” İlk defa gördüğüm Cizre’yi Mehmed Uzun’un kitaplarından tanıyordum. “Mir Bedirxan’ın konağı Birça Belek” hakkında Mehmed Uzun’dan dolayı fikrim vardı. Ablamın da dediği gibi bu yapı Cizre’nin hafızasıdır. Birça Belek’i böyle hoyratça yalnızlığa terk etmek Cizre’nin hafızasını silmek değil de nedir? Taksi şoförünün de araya girmesiyle beraber Birça Belek üzerine yaptığımız sohbet yaklaşık on dakika sonra ablamın evinin önünde bitti.
Ablam; Bahçesinde nar, armut, kiraz ve ceviz ağaçlarının bulunduğu, tek katlı iki oda ve bir mutfaktan oluşan toprak damlı evde oturuyordu. Valizimde taşıdığım yorgunlukla beraber bahçeden içeri girdim. Evin yapısı, küçüklüğü ve sessizliği çok hoşuma gitti. Apartman dairelerinin tek düzeliği ve sıkıcılığına karşın böylesi otantik bir yapı içerisinde birkaç gün yaşayacağımı düşünmek bile beni fazlasıyla mutlu etmişti.
Ablam kahvaltı hazırlarken bende bahçede kiraz ağacının altında yuvalarına yiyecek taşıyan karıncaları izliyordum. Ablamın “kahvaltı hazır!” çağrısıyla mutfağa geçtim. Bu kadim şehri bir an önce gezmek için atıştırdığım birkaç lokma ile kahvaltımızı tamamladık.
İlk defa görmüş olanın verdiği heyecanla kendimi emanet ettiğim Cizre caddeleri mutsuz, solgun yüzlerle doluydu, çay ocakları, parklar, kafeler hep asık suratlıydı, yüzler yere bakıyordu. Renkli vitrinlerin arkasındaki dükkanlar, kurumuş dere yatağı gibi ruhsuzdu. Asırlardır Mezopotamya’ya can veren Dicle dahi akmıyor, ağlıyordu. Cizre’ ye ortadan ikiye ayıran nehir o coğrafyanın gözyaşıydı sanki. Cizre’nin bende bıraktığı hayal kırıklığı ablamın da dikkatini çekmişti. Cadde üstünde küçük bir çay evinin kaldırıma sıraladığı taburelerin üzerinde çaylarımızı yudumlarken: “Canın sıkıldı değil mi? Haksız sayılmazsın. Bu kentte insanların mutluluğu kelebek ömrü kadardır. Cizre’nin ne zaman yüzü gülse bir felaket yaratırlar ve Cizre’nin canını yakarlar.
Doksanlı yılların tahribatını daha yeni atlatmıştı ki başlattıkları şehir savaşlarıyla bu kadim kenti yerle bir ettiler. Şehir savaşlarıyla sadece insanları öldürdüklerini ve cezalandırdıklarını düşündüler. Savaşta sadece insanlar ölmüyor, bir kent doğasıyla, içinde barındırdığı diğer canlılarıyla, tarihiyle, kültürüyle yani her yönüyle ölüyor. Cizre onlarca defa öldü yeniden dirildi. Ancak son savaşta bayağı yara aldı. Takati kesildi. Bu travmayı nasıl atlatır, bende bilmiyorum…” Ablamın anlatımı canımın daha fazla sıkılmasına neden oldu. Çaylarımızdan son yudumlarımızı da içtikten sonra ağır adımlarla eve doğru yol aldık. Ablamın evinin sokağına vardığımızda bölgenin yerel kıyafeti olan ‘Şal-ü Şepik’ giymiş yaşlıca bir amca ablamı başıyla selamladı. “Hoca hanım nasılsın? Sen burada bize emanetsin. Bir eksiğin, ihtiyacın var mı?” Ablam minnet dolu bakışlarla amcaya teşekkür ederken, amcanın elinden tutan çocuğun başını okşadı. “Bêkes nasılsın, gel seni biraz seveyim.” Çocuğun bütün sevimliliği sardığı bahçede; esen serin yelin altında ötüşen güvercin ve sığırcıkların sesleri arasında ablamla muhabbete kaldığımız yerden devam ediyorduk. Ablam: “Az önce başını okşadığımız o sevimli çocuğun babası burada yaşanan yıkımda hayatını kaybetti. Babası vahşet bodrumlarında öldüğünde Bêkes daha annesinin karnındaydı. Çocuk doğunca ailesi ona Bêkes adını verdi…” Nasıl olur, on binlerce Kürt’ün yaşadığı kentte doğan bir çocuğa “Kimsesiz” anlamını taşıyan “Bêkes” ismi verilir? Burada insanlar kendilerini o kadar yalnız hissetmiş ki çocuklarına “Kimsesiz” ismini verecek kadar ağır tahribat yaşamış. Cizre’nin büyük fotoğrafına dalmış kenti anlamaya çalışırken ablam kolumdan tuttu. “Hadi içeri girelim bir şeyler atıştıralım…”