“Belki Şehre Bir Film Gelir”

“Hadi gülümse bulutlar gitsin
İşçiler iyi çalışsın, gülümse
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse”

Kemal Burkay

Penceresinden şehrin cılız ışıklarını izlerken Kemal Burkay’ın dizelerini mırıldanıyordu. Sekiz sene olmuştu memleket toprağına ayak basmayalı. Çocukken su içtiği ziyaret çeşmesi, lisedeyken arkadaşlarıyla toplandıkları çay bahçesi ne kadar uzaktı şimdi. Sanki Dersim’in her karışında anı biriktiren o değildi.

Ne kadar uzak kalsa da bu şehre, sonunda dönüp dolaşıp gelmişti işte. Yürüdüğü sokakları, arkadaşlarıyla heyecanla gittikleri toplantıları, bölüştükleri çökelek ekmeği düşünüyordu. Uzaktayken anılar bu kadar canlı olmuyordu tabi.

Yitip gidenleri düşünüyordu, şimdi yokluklarını daha çok hissediyordu. Eylem’in kahkahasını, sonra da Fırat’ın uzun sohbetlerini anımsadı. Bir iç çekti derinden, “şimdi burada olsalardı sabaha kadar oturup çay içerdik, Eylem türkü söylerdi. Ne de yakışırdı Munzur’a onun sesi” dedi kendi kendine. Yarın çarşıdan kızıl karanfiller alıp mezarlarını ziyaret etmeliyim diye düşündü. Onlarla konuşmaya ihtiyacı vardı.

-Ulaş oğlum uyu artık, yoldan geldin yorgun değil misin yavrum?

Evet yorgundu hem de çok. Annesinin dizlerine yatsa geçer miydi bu yorgunluğu… Ulaş da bilmiyordu. “Bizim kuşağın yorgunluğu” diye mırıldandı.

Ara sıra kendisini yoklayan umutsuzluğa isyan ediyordu. Sonra o tanıdık yüzler beliriyordu, dostlarının aydınlık yüzleri. Bir anda dağılıyordu bulutlar, kendini bırakmamalıydı. Gidenler boşuna gitmemişti. Bunu bilincine, yüreğine iyice kazımalıydı. Zararlı otlara inat, dost gibi görünüp düşman olanlara inat güçlü olmalıydı.

Duvarda asılı duran saatin sesi, iç sesini unutturdu. Saat epey geç olmuştu. Gözlüklerinin buğulanan camını sildi, elleri üşüyordu. Sobaya biraz odun attı, masanın üzerinde duran mumu yaktı. Gözü, duvarda asılı duran babasının siyah beyaz fotoğrafına ilişti, gözlerini kaçırdı. Evin mavi badanalı duvarları gibi eskimişti fotoğraf, ama babasının bakışları hâlâ canlıydı.

Babası hayattayken çıktıkları doğa yürüyüşlerini anımsadı, türlü türlü çiçeklerin kokusu arasında saatlerce yürürlerdi. En çok Ana Fatma çiçeğinin kokusunu severdi Ulaş. Ellerini Ana Fatma çiçeğine sürer, gün boyunca avucunun içini koklardı. O zamanlar küçük şeylerden mutlu olabiliyordu peki ya şimdi? Bu şehir de mutlu görünmüyordu gerçi.

Sabah eve gelmeden önce Seyit Rıza meydanına uğramıştı, demli bir çay içip Munzur’u izlemek istemişti. Dağların heybeti her zamanki gibi gözlerini kamaştırdı. Sonra etrafındaki yüzleri izledi, gölgeli yüzleri. Bu şehir mutlu görünmüyordu yoksa Ulaş mı böyle hissetmişti bilmiyordu.

Sonra yine o şiiri mırıldanmaya başladı:

“Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, akdeniz olur gülümse”

Konu konuyu açıyordu. Kendisiyle konuşmaya bir türlü son veremiyordu. İşte karşı dağlara güneş vurdu. Yeni bir gün doğuyor Ulaş.

Yerinden kalktı, emektar çaydanlığa su doldurmak için mutfağa gitti. Sobaya biraz daha odun attı, çaydanlığı üstüne koydu. Annesi uyanmadan ona kahvaltı hazırlamak istedi.

Yapılacak çok iş, kaybolacak sokaklar, merhaba denilecek dostlar vardı.

Ve yine tekrar etti.

“Hadi gülümse, bulutlar gitsin.”