Korkuluk Üzerine

Korkuluk, korkmak ve korumak aynı kökten türemiş olmasalar da, bu üç kelimenin ilk hecesi “Kor”olması çok da tesadüfü olmasa gerek.

Zorlama bir etimoloji yaptığım doğru olsa da korumaya çalıştığımız şey bir ateş değil midir aslında ya da yaşamını anlamlandırdığın, yaşam enerjisi aldığın, ateşlendiğin, hareket ettiğin ön kabul olarak kabul ettiğin şey.

Kor ve “kor”umak

Pek neyi korumayı salık verdiler de peşine düşüp sönmemesi için kendimizi harap ettik?

Sorular!
Bildiklerimizi bilmemiz sağlayan şey neydi?

Coğrafya?
Kimlik?
İnanç?
Neydik biz?

Amin Maalouf bu meseleyi “Ölümcül Kimlikler” kitabında tartışır. Ve bildiklerinizi ters yüz eder.

Bildiklerimi ve bildiklerimizi ters yüz etmek gibi bir derdim yok aslında?

Kritik ederek sınırlarımızda dolaşmak istiyorum ya da sorularla bu sınırları alıp başka bir yere koymak.

Sınır ve Korkuluk

En nihayetinde insan koruduğu şeylerin kaybetmesinden korkmuyor mudur?
Bahçemdeki hıyarı sadece ben yiyeyim! (Hıyar metafor).

Sınırı belirlediğim şey üzerine kurduğumuzda korkuluk bu güdü ile duygu arasındaki şekillenmiş bir eşiktir aslında.

Eşiğin dışında kalan ise korkumuzu yarattığımız şeye dönüşüyor. korumaya çalıştığın her ne ise korkumuzu da yaratmış oluyoruz Ona göre de korkuluklar tabi…
Korkuluklar çoğu defa algıdan ibaret değilmidir?
Alın size “Sineklerin Tanrısı” (Kitabı da filmi de iyidir.)

Bu film üzerinden iktidar tartışılır, elbet sınırı kendinizin dışında başka bir iradeye teslim ettiğinizde iktidar korku üzerinden tahakkümünü kurar.

Alın size yakın türkiye tarihi.

Ya da iktidar korku kaynağını algı üzerinden içinde aramamız gereken yeri dışarda aratmaz mı? “Tepenin Ardı” (Yön. Emin Alper) filmindeki mevzu gibi kötülük ya da korku yaratacak şey hep tepelerin ardında aradığımızdır.

Yeri gelmişken korku ve güven karşıtlığı üzerinden şu soru da kenarda kalsın; Karşıtlıklar benzemek istemedikleri için mi yoksa karşı çıktığı şey oldukları için mi karşı çıkarlar?

Sonuç itibariyle neyden korkuyoruz, yarattığımız algılarımızdan başka.

Korkular kişinin kendisini konumlandıramaz ise kaygı vereceği açıktır.

Kaygı!!!

Kierkegaard “Kaygı, korkudan farklıdır, çünkü korkuya neden olan, korkunun yöneldiği bir nesne vardır. Oysa kaygının nesnesi hiçliktir. Korku bir nesnesi olduğu için zapt edilebilir. Ancak kaygı zapt edilemez çünkü hiçbir sonlu varlık kendi sonluluğunu yenemez. Ve kaygı varoluşsal hissiyattır(Kaygı kavramı S. Kierkegaard) demiş olsa da ben dolaylı olarak kaygı ile korkunun bilinç altında birbirini besleyen hatta besledikçe paradoksal bir çukura attığını düşünenlerdenim.

Sartre ise kaygı kavramının yerine “bulantı” kavramını koyar ve bulantının sizi siz yapan şey olduğunu, bu bulantıyı yaratan şeylerler ile ne kadar yüzleşilirse o kadar insan olunabilineceğini söyler.

Elbette bir sınırsızlıktan bahsetmiyorum. Tam tersi sınırı neye kime ve bunun nerden beslendiğini ve ontolojisini bulup buna göre konumlandırıp ona göre bahçendeki hıyarın, domates de olur 🙂 kimin yiyeceğine karar vermekten bahsediyorum.

Korkulukları yarattığımız bu hayatta kime neye karşı koyduğumuzu bilerek isteyerek koymak bizi daha çok insanlaştırır diye düşünüyorum.