Sırma, yorgun, gözlerini toprak damın beton zemininde açtı. Ve anlamsızca etrafına bakındı. Başında toplanan yoldaşlarının konuşmaları uzaktan sadece birer uğultu olarak ulaşıyordu kulaklarına. Sesleri yakalama çabası işe yaramayınca bıraktı kendini.
Saniyeler ışık hızıyla geçerken; zaman gece yarısında durmuş gibiydi. Buyer Dağları üzerinde yükselen çoban yıldızı, toprak damlı evin mutfağına çevirdi yüzünü ve tılsımını pas tutmuş demir parmaklıklar arasından, yerde yatan yaralı kadının avuçlarına bıraktı.
İncecik bedeni hiç bu kadar ağırlaşmamıştı. Kendisine ait olmayan bir gövdesi vardı sanki. Hareket etmeyi denedi, beceremedi.
İçine işleyen bir sızı vardı. Kendini zorlayarak başını hafifçe kaldırdı, beton zemine biriken kanına takıldı gözleri. Ne kadar çoktu! Sırmanın bu bakışlarını fark eden evin genç oğlu Barış, dikkatini dağıtmak için; “kanın ne kadarda kırmızıymış” dedi tebessüm ederek.
“Bizim kanımız kırmızı olur” diye yanıtladı Sırma. Elinde sigara olan yoldaşına bakarak, iki parmağını hafifçe ağzına doğru götürdü; “iki fırt” dedi kısık sesle.
Sesi çıkmasa da o onladı ve geri çevirmedi bu isteğini.
Dizlerinin üzerine çömelip, sardığı tütün sigarasını dudaklarına doğru yaklaştırdı. Henüz bir yudum çekmeden, gözleri tekrar kapandı.
Ortalıkta “viş , viş pepo” diye dövünüp duran Elif ana; yerde yatan yaralı kadının Sırma olduğunu anlamamıştı henüz. Çaresizce Düzgün Baba’ya, Gole Buyer’e yalvarıyordu sürekli.
“Kapımızın eşiğinden yarasıyla geçen bu kadını annesine, babasına bağışla. Evlat acısı yaşatma kimseye…”
Kamile sağlıkçıydı. Yüzünü dağlara döndüğü günden beri yoldaşlarının yaralarını sarmıştı. Çok sevdiği yoldaşını hayatta tutmak için elinden geleni yapıyordu. “Kanı kesmeyi başarırsak kurtulur” sözünü duydu Sırma. “ben çok iyiyim” dedi gayri iradi. Başını yana doğru çevirdi. Terlemişti. Ağırlaşan göz kapaklarını zorlayarak doğrulmaya çalıştı. Tuhaftı, ama yarasını görmek istiyordu. Oysa, insan korkardı yaradan…
Pantolonlarının üzerinde olmadığını görünce utandı. “Üzerimi örtün” dedi. Şimdiye kadar kurduğu en net cümle buydu. İçerde bulunan yoldaşlarından taşan bir sevinç kahkahası patladı: “kurtulacak” dediler hep bir ağızdan. Ve üzerini ince bir çarşafla örttüler. İçerde dövünerek dolanan elif ana, bu gülüşmeleri fırsat bilerek Kamile’nin yanına sokuldu. Cesaretlenmişti biraz. Bir anlık iç merakla, uğruna dövünerek dua ettiği kadının yüzünü görmek istedi. Yaklaşınca, tanıdı Sırma’yı! Yarı şok halinde dizlerinin üzerine çömeldi:
“Vuy cigeramın, milçıkamın, hangi zalimin kurşunu gelip buldu seni yaralı ceylanım. Sen ölürsen ben ne derim sizinkilere. Sakın bırakma kendini çenamı” deyip içerde bulunan ocağa yöneldi.
“Çabuk bana odun ve kibrit getirin” dedi.
Genç evladını askerde kaybettikten sonra yaralanan sesi, şimdi daha da yaralıydı. Zoraki konuşuyordu. Ocakta harlanan ateşin üzerine telaşla koydu bakır tavasını. Şekerli tereyağı içirecekti. 38’den aklında kalan tek sağaltıcı ilaç buydu. Oysa Sırma hiç sevmezdi tereyağını. Küçükken ekmeğin üzerine sürdüğü yağı gizli gizli parmağıyla sıyırıp yere atardı. Ve sonra başına toplanan karıncaları izlerdi. Bunu gören Elif ana, başını avuçlarının arasına alıp,”milçıkamı, milçıkamı yemezsen büyüyemezsin” deyip sevgiyle öperdi yanaklarından.
Her bahar dağlara birlikte çıkarlardı. Toprak ananın bağrından çıkan bütün güzelliklere birlikte tanıklık ederlerdi. Elif ana bahar çiçeklerine benzetirdi Sırmayı. Güneş gibi parlayan ela gözleri, baharda doğanın renklerini alır, yeşile bürünürdü. “Roye bıne gulamı” diye severdi genellikle. Uçsuz bucaksız dağların ilk keşifçileri çoğunlukla ikisi olurdu. Ağıtlarla Pepuk kuşlarına eşlik eden Elif anayı, Sırma duyardı sadece. Boynuna sarılıp “endi meberbe sebeno” (artık ağlama ne olur) deyip, teselli etmeye çalışırdı.
Yazın genellikle yaylada olan Elif ananın o gece köyde olması bir şanstı Sırma için. Tavada erittiği bir su bardağı kadar tereyağına; neredeyse yarısı kadar toz şeker koyup karıştırdı. Elleri titriyordu. Yerde yatan Sırma’nın başını dizlerinin üzerine koydu. Sağ elini usul, usul yüzüne sürüp, “uyan çenam (kızım) bunu içmen lazım” dedi.
O gece ilk defa göz göze geldiler. İkisinin de gözleri buğulanmıştı.
“Ben içemem bunu, boğulurum” dedi Sırma.
Ses tonunu sertleştiren Elif ana; “içeceksin” dedi. “İçmen lazım, çenamı (kızım) deyağ daneto (sana güç verecektir)” diye ısrar etti.
Nefesini tutup birinci yudumu çekti. İkinci yudumdan sonra yoğun kan ve barut kokusu aldı. Midesi bulandı! Başını yana doğru çevirip, “yeter” dedi. Terli alnına dökülen saçlarını düzelten Elif ana ısrarcıydı: “hepsini içmen lazım” deyip bardağı tekrardan ağzına dayadı. Yağ içme işkencesinden bir an önce kurtulmak isteyen Sırma, can havliyle bir seferde bitirdi hepsini.
Kamile, yaptığı kan kesici iğneler ve tamponlarla kanı kesmeyi başarmıştı. Artık yola koyulma vaktiydi. İki ağacın ortasına battaniye gerip iple bağladıkları sedye ile taşıyacaklardı. Elif ana kendi şalvarlarından birini giydirdi Sırma’ya. Ve üzerini kalın bir örtüyle sardı. Terli alnından birkaç kere öptü.
“Bexte Xızırdera” (Xızır’a emanetsin) dedi. Bu, sesini son duyuşuydu. Sonrasını hatırlamadı!
Arada ayılsa da, genellikle baygındı.
Mola yerinde toprağa bırakıldığında açtı gözlerini. Yeni fark etmiş gibi; “ne kadarda çok yıldız varmış” dedi kendi kendine. Susuzluktan dudakları çatlayan Sırma, temmuz sıcağında üşüyordu…