Beyrut’ta yaşayan sanatçı ve psikolog Anita Toutikian’ın ‘N’akışlar adlı sergisi, 23 Nisan 2015 tarihinde Depo’da gerçekleşmişti. Sergi, Toutikian’ın, Soykırım’dan kurtulan, 1938 Dersim Katliamı’nı yaşayan anneannesi Hıripsime Sarkisyan’ın işlediği nakışları içeriyordu. Toutikian, “Anneannem hiç konuşmadı, ancak iğne ve iplikle anlattı; acısını, korkularını, tanıklığını, öyküsünü nakışlara döktü” diyor.
Bu röportaj 7 Mayıs 2015 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
Anneanneniz Hıripsime Sarkisyan’ın aile hikâyesini, Soykırım’dan nasıl kurtulduğunu anlatır mısınız?
Anneannem Hıripsime, Dersim’in Ergan (bugünkü ismiyle Ergen) köyünde doğdu. Annesinin adı Kohar Bedoyan, babası ise Sarkis Sarkisyan. Sarkis, ünlü İnce Keşiş’in torunuydu. İnce Keşiş, 1915’ten önce bölgedeki Ermenilere hizmet eden, Ergan Kilisesi’nin son rahibiydi. Kilisenin içinde yakılarak öldürüldü. Kohar ve Sarkis’in 10 çocuğu oldu; Bağdasar, Nazeli, Misak, Ağavni, Hripsime ve adını bilmediğim dört çocuk…
1915’te Kohar’ın tüm ailesi, Bedoyanlar, ‘Kazık’ denilen işkence aletinde, işkenceyle öldürülmüşler. Bildiğim kadarıyla, aileden sadece Kohar ve o zaman 14 yaşında olan kuzeni Armenak Bedoyan kurtuluyor. Armenak, neredeyse 100 yaşına kadar yaşadı ve Beyrut’ta bize hep “memleket” hikâyeleri anlattı.
Ergan’da, Ermeni erkekler evlerinden alınmaya başlandığında, Sarkis, ailenin diğer erkekleriyle birlikte bir mağarada saklanıyor. Hıripsime, onlara yemek götürmek için her gün saatlerce yürüyor. Bir gün, İbrahim Ağa, Hıripsime’yi takip ediyor ve Sarkis’in yerini buluyor. Sarkis’i, Ergan yakınlarındaki Kayışoğlu Yarması olarak bilinen uçurumdan atıyor. Ailenin tüm erkeklerin bir kısmı bu şekilde öldürülüyor ya da kayboluyor. Kohar ve üç çocuğu (Hripsime, Ağavni ve Toros) katliamdan sağ olarak kurtuluyorlar. Kohar ve çocukları, bir süre mağaralarda saklanarak, Gullik denilen otu yiyerek hayatta kalmışlar. Daha sonra, köye dönerek, bir zamanlar onların olan yerlerde hizmetçi olmuşlar.
Hıripsime, kocası Hovnathan’la nasıl tanışıyor?
Dedem Hovnathan, kız kardeşlerini ve çoğu akrabasını 1915’te kaybediyor. 1920’lerde, Dersim’deki kurtulan Ermenilerin çoğu Halep’e göç ediyor. Hovnathan’ın annesi Hatun da, yanına kalan iki çocuğu Hovnathan ve Bağdasar’ı alarak Halep’e gitmeye karar veriyor. Tüccar olan dedem, müşterilerden kalan son borçları toplamak için Ergan’a gittiğinde, Hıripsime’yi görüyor. Annesine ve kardeşine Halep’e gitmelerini, kendisinin daha sonra geleceğini belirtiyor. Ancak dedem Halep’e hiç gitmedi. Ergan’da kaldı ve Hıripsime’yle evlendi. Ancak, 1915’ten sonra rahip kalmadığı için, kilise töreni gerçekleşmemiş. 1938’e kadar orada yaşadılar ve yedi çocukları oldu. Annem Sona onlardan biri. Hıripsime’nin annesi Kohar da, 30’ların başında, oğlu Toros’u yanına alarak Halep’e gitti. Çünkü o dönem, Soykırım’dan kurtulan Ermeniler için Dersim’de yaşamak kolay değildi. 20’lerde ve 30’larda Dersim’i terk eden Ermenilerde, zulmün korkusu hep devam etti. Gittikleri yerlerde, soyadlarını değiştirenler oldu. Hovnathan’ın kardeşi Bağdasar, Halep’te Varvaryan oldu, Toros’un soyadı Toroyan…
Ailesinin çoğunu 1915’te kaybeden anneanneniz Hıripsime, 1938’de Dersim Katliamı’na da tanıklık ediyor…
1938’de Dersim’de çok az Ermeni kalmıştı. Anneannem ve dedem, Dersim’de, 1915’in acı hafızasıyla yeniden hayat kurabilmiş Ermeni ailelerdendi. Çoğu Kürtlerle birlikte katledildi. Ailem 1938’i şöyle anlatırdı. Askerler evlere giriyor ve aileleri toplayarak, onları ‘ölüm tarlası’ olan Hozat’a götürüyorlar. Binlercesi orada öldürülüyor. Diğerleri, güneşin altında, ölüm sırası bekliyor. Dedem Hovnathan ve anneannem Hırispime, çocuklarıyla birlikte saatlerce güneşin altında bekliyorlar. Hırispime’nin yeni doğmuş oğlu kucağında. Tüm çocuklar, açlık, susuzluk ve korkuyla ağlıyorlar. Hıripsime, atıyla onlara doğru yaklaşan yüksek rütbeli komutana doğru koşuyor ve Türkçe olarak, “Neden bizi öldürüyorsunuz? Neden öldürmek için saatlerce bekletiyorsunuz? Ya şimdi bizi öldürün ya da bırakın. Çocuklar aç!” diye bağırıyor. Hıripsime bilmiyordu ama o atın üzerindeki adam, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ydı.
Katliamdan nasıl kurtuluyorlar?
Erganlı üç Ermeni aile, bir bedel ödeyerek, 1938 Dersim Katliamı’ndan kurtuluyor. Bu bedel evlerini ve inançlarını kaybetmek oluyor. Kurtulan ailelerin erkekleri, Bebek, Bijo ve Hovnathan, kuzenler. Bir kez daha, geride evlerini, isimlerini, inançlarını bırakıp, oradan sürülüyorlar. Onlara yeni isim veriliyor ve Müslümanlaştırılıyorlar. Kadınların başları, trenlere bindirilmeden önce askerler tarafından traş ediliyor. Hırispime, bağırarak, tekme atarak, kendi saçına dokunmalarına izin vermiyor. Erkekler ve kadınlar ayrı trenlere bindiriliyor ve birbirlerinden ayırmak için her durakta bir aile bırakılıyor.
Yolculuk boyunca, kadınlar askerlerin tecavüzüne uğruyor. Hıripsime’nin direnişiyle, kadınları kocalarının bulunduğu vagona götürüyorlar.
Hovnathan ve Hıripsime, Bolu yakınlarında bir köyde bırakılmış. 10 yıl, o köyden ayrılmalarına izin verilmemiş. Hovnathan, bu zor 10 yıl boyunca her gün polis istasyonuna gidip imza veriyor. Tüm sürülenler gibi, orada olduklarını bildirmek için, bunu her gün yapmak zorundalar. Ve bazen polis istasyonuna gitmek, tüm gün sürüyor. Bu köye bizimkiler ‘aşağı memleket’ derlerdi. Toprağın ekilebilir hale gelmesi için, tüm çocuklar, her gün engebeli toprakta taşları topluyorlar. Ayakkabıları yok. O zaman sekiz yaşında olan annemin, ayağının altında hala izler vardır.
Sergide, bir nakışta, anneannenizin, kızı Nazeli’yi anlattığını söylüyorsunuz. Nazeli’nin hikâyesi nedir?
Hırispime’nin büyük kardeşi Nazeli, yeni doğan bebeğiyle birlikte 1915’te kaybolmuş ve ondan bir daha haber alınamamış. Hıripsime, daha sonra, kendi kızına, Nazeli ismini vermiş. Nazeli dokuz yaşına geldiğinde, “aşağı memleket”te yüksek ateşle kıvranıyor. Doktor, eczane, hastane yok. Köyden dışarı çıkmalarına da izin yok. Herkesin yaptığı gibi, Hıripsime kızını şeyhe götürüyor. Şeyh, küçük kıza cinlerin bastığını ve tedavisinin, soğuk su dolu kabı kızın kafasından boşaltmak olduğunu belirtiyor. Çaresiz Hıripsime, verilen talimata uyuyor ve birkaç saat sonra Nazeli ölüyor. Nazeli’yi kurtaramadıkları gibi, onu Hıristiyan gelenekleriyle gömemişler.
Bir psikolog olarak, Soykırım’dan kurtulanların yaşadığı travmayı nasıl tanımlarsınız? Kurtulanlar kendilerini nasıl ifade ettiler veya neden sustular?
Travma bir ruh hali. Kurtulanın o acı anda sonsuza dek yaşadığı, zamanın geçmediği, yaraların iyileşmediği, zihninde tekrarlayan bir hal… Bu ruh halinin nedeni, psikolojik olduğu kadar da biyolojik. Travma, bedenin içinde yaşıyor. Beden, o an tehlike içinde olmasa dahi, kendini tehlikeli bölgede hissediyor. Soykırımdan kurtulan ilk kuşak, bu ruh haliyle yaşadı.
Geçmişin acı hafızasına sıkışmış olan soykırım kurbanları konuşamadılar, çünkü her şeyin daha kötü olacağından korktular. Bazıları, zaten kötü hissediyordu; o hisleri ve hafızayı tekrar canlandırmaya tahammül edemeyecekleri için susmayı tercih ettiler. Bir kısmının sessizliğe gömülmesinin nedeni ise, konuşurlarsa, failler tarafından tekrar saldırıya uğrayacaklarını düşünmeleriydi. Her kurtulan kendini ifade edemedi, hiç bir zaman huzur bulamadı. Birçoğu kendini çalışmaya verdi, çalışarak iyileşebileceğine inandı. Sanatla kendilerini ifade etmenin yolunu aradılar, dine sarıldılar.
Ama bir gün bir adam çıktı ve hakikati anlattı. Hrant Dink’ti o.
Peki, daha sonraki kuşaklar neler yaşadı?
Soykırım, fiziksel ölüm değildi sadece. Psikolojik olarak hayatın her yerine nüfuz etti; kişisel, profesyonel, aile, toplum sağlık, tarih, hafıza, her şey… Devamlı yanan bir fırın gibi bur ruh hali. Aklının bir köşesinde, en kötü senaryoyu taşımak gibi… Aileyi ve yaşadıkları yerleri kaybetmenin yanı sıra, yutman gereken bir rezalet var, katlanman gereken failin küstah gururu var, nereye gidersen git taşıdığın vatansızlık hissin var, adaletin açlığı var. İlk kuşak hayatta kalabilmek için susup hissizleşmeye gayret etti. Acının doğası, daha sonraki kuşaklarda daha da görünür oldu. Çünkü hala adalet yok. Benim çocuğum, belki daha da kötü hissedecek.
“Bence Hıripsime, bilerek yapmadı, o nakışları bilinçaltıyla işledi. O nakışları işleyen kalbin ve aklın ne anlatmaya çalıştığının peşine düştüm. İğne ve ipliğinin hareketleri doğrultusunda, onun hislerini keşfetmeye çalıştım.”
Sergide, nakışların her birinin ayrı bir ismi var. Bir yerde kızı Nazeli’yi işlediğini, başka bir çalışmasında 1915’i anlattığını söylüyorsunuz. Bu çalışmaları adlandırırken nasıl bir yöntem izlediniz?
Ben anneannem Hıripsime’den hiç bir şey duymadım. Anneannem, hep geçmişte, acıyla yaşadı. Herkesin onun acısını gördüğünü düşündü ve hep sustu. Konuşursa, her şeyin daha kötü olacağından korktu. Bana tüm bunları anlatanlar, annem, teyzem, Armenak Bedoyan ve dayım Toros oldu. Dayım Toros’un çocuklarından da çok hikâye dinledim. Annemin söylediğine göre, radyo ve televizyon olmadığı için, Hıripsime ve Hovnathan’ın ve ailelerinin başlarına gelenler, hemen her gün çocuklarına aktarıldı. Ben de, her Ermeni gibi, ailemin acı tarihinin hikâyeleriyle büyüdüm.
Bence Hıripsime, bilerek yapmadı, o nakışları bilinçaltıyla işledi. Ben psikolog, sanatçı ve sanat terapisti olarak o bağları kurabildim. O nakışları işleyen kalbin ve aklın ne anlatmaya çalıştığının peşine düştüm. İğne ve ipliğinin hareketleri doğrultusunda, onun hislerini keşfetmeye çalıştım. Sadece çıkarım da yapmadım. Hıripsime’nin işlerine baktığınızda, Ergan’daki kilisesin, Dersim’in çiçeklerinin motiflerini görebilirsiniz. Bireysel unsurları kullanarak görsel bir sözlük oluşturmaya, o sözcüklerle de yeni cümleler kurmaya çalıştım.
Anneannenizin nakışlarını Türkiye’de sergilemeniz, sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Anneannem artık hayatta değil. Ben ona olan borcumu ödüyorum. Ona kaybettiği onurunun bir kısmını vermek, gözyaşını silmek, hayatı boyuncu duyduğu endişeyi biraz alabilmek için, burada sergilemek önemliydi. Hıripsime, iğne ve ipliğiyle hayatı boyunca kimseye ulaşamadı. Ancak, hiç anlatmasa da, bana ulaştı. Ben bir aracıyım, Hırispime’nin acısını, kendi sanat yöntemimle insanlara anlatmaya çalışıyorum. Anneannemin hikâyesi, çok insana dokundu. Öte yandan, İstanbul’da sergimi gören Türkler, benim kalbime dokundular.
Siz üçüncü kuşak olarak, Türkiye’ye geldiğinizde neler hissettiniz?
Özellikle Osman Kavala ve ekibinin cesaretinden çok etkilendim. Onlar olmasa, bu hayalim gerçekleşmezdi. Onlarla tanışmak tüm korkularımı aldı götürdü. Bazı yaralarım iyileşti. İnsanların tepkisi, sesimi duymaları, bu iyileşmenin en büyük adımı oldu.
Ben çocukken, İstanbul’a çok kez gelmişiz. Ancak, şimdi her şey çok farklı. O dönem, teyzem, çarşıda, “Sakın ağzınızı açıp Ermenice konuşmaya kalkmayın” diye bizi uyarırdı. Şimdi, Ermenice konuşmak bir yana, Türkiye’de Ermeni olarak neler hissettiğimi, neler yaşadığımı konuşabiliyorum. 24 Nisan’da Taksim’de, ölenleri anmak, bir kafesten çıkmak gibiydi.
Dersim’e gittiniz mi?
Evet, Dersim’e gittim. Anneannemin köyünü ziyaret ettim. Hatta, Kayışoğlu yarmasını gördüm. Oradayken şunu düşündüm: Anneannem her gün, babasının atıldığı bu uçuruma bakarak nasıl yaşadı, nasıl acı çekti? Kardeşim Berta’ya, uçurumun köşesinde durduk ve büyük büyük dedemiz Sarkis Sarkisyan için mum yaktık, dua ettik.