Arzunun ve Botaniğin Felsefesi

Her kitap yeni bir yolculuk gibidir. Yoldaş olur, bazen de yolun kendi olur başka yola yol eder. Arzunun botaniği adlı kitap da başka yol sunanlardan.

Gürkan Bektaş yazdı

Her kitap yeni bir yolculuk gibidir. Yoldaş olur, bazen de yolun kendi olur başka yola yol eder. Arzunun botaniği adlı kitap da başka yol sunanlardan.

Bazen kitaplar baktığınız şeye öyle bir anlam bükerek baktırır ki, baktığınız şey o şey değildir artık. Arzunun Botaniği de bir anlam bükücülük eseri; elma, kenevir, patates ve lale bitkileri üzerinden sırasıyla; tatlılık, sarhoşluk, kontrol ve estetik kavramlarını devşirerek, dil, kültür, etimoloji, sosyoloji ve bir arzu nesnesi olarak özneyi tartışıyor.

Özne kim?

Bizim elmayı yememiz mi? Yoksa onun kendisini bize yedirtmesi mi? Bu kitaptaki diğer 3 bitki için de geçerli! Hatta kitaptaki bitkileri de aşarak, bir botanik arzusu olarak kim kimi niye ne için kullanır?

Sorular sorular deli sorular?

Aristoteles’in varlık olarak cevherin mahiyetinde yatan (o şeyi o şey yapan şey) arzunun ontolojik hakikati ya da amacı nedir?

Bu evrimsel dürtü bize neden a-priori (deneyden önce) bilgi olarak vermiştir?

Doğa! Arzusantrik (arzumerkezci) ya da isteme odaklı bir yaşam kurgusunu neden ve niçin kurmuştur?

Biliyorsunuzki felsefede cevaplardan çok sorular önemlidir. Camus’cü bağlamda epistemolojinin yada ontolojinin kaynağının problemini aramanın saçmalığı bir kenara dursun, yaşamın anlamını aramanın değeri üzerinde durması açısından anlam olarak arzu nerde durur?

Yaşadığımız bu hayata az çok duygusuyla ayakta kaldığımız yaşamın spesifik olarak bu arzunun bizi ya da Schopenhauer kafasıyla istemenin doğası varlığın bunca anlama rağmen nesneleştirmesi yaşamı fazlaca “saçma” yapmaz mı?

Yoksa bunca teoriye, kurama, bilime rağmen, elmanın kölesi neden olalım ki?

Yazılımcı bir arkadaşım yaşamda kalabilmenin ölçütünü “Hack” üzerinden değerlendiriyordu. Hayatın bir bug’ını hackleyen(ler) ayakta kaldığını iddia ediyordu, çok lineer bir kafa da olsa haklıydı aslında, yaşam bir hack sanatıydı!

Sanırım, elmalar, kenevirler, patatesler ve laleler bu anlamda yaşamda adlandırdığımız bütün botanik dünyası Homo Sapiens’i Hacklemiş ve yaşamda kalmayı başarmıştı.

Bu nesne-özne diyalektiği içinde insanın da nesneleştiği bu dünyada, insanın kurduğu bu kibirli dünya tasavvurlarının (din, ideoloji, kültür vb.) altında “yapay”, “gerçek” tartışmaları arasında, kendini de ortadan kaldıracak, bir sürece evriltiğini aklı başında ve az çok mürekkep yalamış herkes anlamış bulunmakta. Tek başına anlamak çoğu kez bir işe yaramadığı da keza öyle, matematikçilere göre anlamak yolun yarısı, geri kalan sanırım adım atmakta ve çözüme ulaşmakta.

Çözüm de net oysaki…

“Ya uyumlu ol ya da yok”

Faşizan bir söylem de olsa kabul etmek gerekir ki, faşizanlık doğanın doğasında olan sert, katı ve sekter bir ilke olarak durur ya da onun doğasında yatan “ahlakında”.

Doğada ahlak ne arar diye soranlara yapıp etmelerin doğasında kim kimin içindir? Ya da şöyle bakarsak başkası (özne-nesne) değişkense ve ahlakta bir başkası için varsa (bu başka kendini de paradoksal olarak içine alır) ordadır demek. Bize bu ahlak kapısını gösterir.

Aristoteles’in “orantısızlıklar çirkinlik doğurur” sözü her ne kadar Sanat felsefesi bağlamında düşünülse de ontolojik bir ilkeye de dayandığı kesindir. Doğanın kendine biçtiği bir ahlaki ilke! Bu yüzden buna çözüm olarak Aristoteles “Erdemli” yaşamayı buyruk edinir. Ve ahlaklı yaşamanın kendisini erdemli yaşamada bulur.

Ama bu durum bireyden çok toplumsal bir meseleye ittiği için, iş sanırım “erdemli olmanın sosyolojisi nasıl olmalı?” sorusunda ve buna göre nasıl şekillenmesinde yatıyor. İş yine “syasetin” boynuna binip duruyor.

Bu “çağ” ve “siyaset” çok da yanyana gelmeyecek bir ikilem gibi dursa da doğanın ahlaki ikesi olarak faşizanlığı da bir o kadar yaşamın boynuna binmiş durumda.

Her şey o kadar netki, yazacak başka bir şey de kalmıyor esasında.

Öznenin bu kadar değişken olduğu bu doğada insanlık olarak fazlaca anlam biçtiğimiz yaşama tek öznesi biz olmadığımızı kabul edip “doğaya ya uyumlu (erdemli) yaşamamız ya da yok olacağımıza inanmamız” gerekiyor.

Velhasıl, bu bakış açısı biz insan türü için geçerli. Yoksa doğa kendi döngüsüyle ayakta kalmaya devam edecek, elbette yaşamı saçmayarak yaşamak da bir tercih ve süreç şuna evrilecek gibi geliyor; bunu tercih edenlerle, etmeyenler arasındaki diyalektiğe, senin saçmalığın benim yaşamımı etkiliyor diyenler bir araya gelip bu duruma dur demenin, bir zamanı ve yeter sebep ilkesi vardır elbet. Yaşam, uyum ve uyumsuzluk arasındaki bir çatışma ise elbet bir sonuca ulaşır ve umarım erdemli bir sonuca ulaşır.