Gazete Duvar’dan Muazzez Uslu Avcı Torun, Hanım’ın hayatta kalışının mucizevi hikayesini dile getirdi.
Dersim neresidir, Dersimli kimdir? Bazı kaynaklara göre, Malatya’dan, Tunceli, Elazığ, Diyarbakır’a kadar olan bölgenin ismi antik çağlarda Dranis’miş. Bazı kaynaklara göre’de; Farsça’da adı kapı anlamına gelen der ile gümüş anlamına gelen sim imiş. Sözde bu bölgelerde gümüş madeni bulunduğundan söz edilir.
1600 yıllarında Anadoluyu karıştıran Celali İsyanlarından kaçan Ermeniler Dersim bölgelerinde kendilerine güvenli bir yuva bulmuş ve topluca Aleviliğe geçmiş. Ama eski inanç ve geleneklerini devam ettirmek isteyenler inançlarını gizlice devam ettirmişler. Bazı tarihçilere göre de, Dersim ismi sadece bir bölge olmayıp mevcut aşiretlerin (Dersimanlı, Seyidanlı, Şeyh Hasanlı) üç koldan en ünlüsü olanın Dersimanlı’dan dolayı bu ismi almış Zaza mı, Asuri mi, Ermeni mi, Kürd mü? Yoksa melez bir halk mı? İnançları Şaman mı? Hristiyan mı? Müslüman mıymış? Biz tarihçilerin yalancısıyız, onların işini onlara bırakalım…
Halkın eşkıyalıkla geçindiğini – arazi yapısı ne tarıma ne hayvancılığa elverişli olmadığı için mi eşkıyalığı seçmişler – bunları tarihçiler yazıp durur. Devlet neden bu bölge ile sürekli uğraşmış, niye bu bölgede sık sık isyanlar çıkmış? Askerlikten mi kaçarlarmış, vergi mi vermezlermiş, eğitime mi karşıymışlar? Ağzı olanın sakız gibi çiğnediği Dersim Katliamı’nın uzunca yıllar çarpıtılarak aktarılması ne acı! Dersim halkı niye bunca zulüm ve acıyı yaşamış? Özellikle 1937-1938’de niçin binlerce çoluk çocuk katledilmiş, kurşuna dizilmiş? ”Katliamlardan kaçan mağaralara sığınan insanların fareler gibi öldürdüklerini” söylemiş o dönemin devletlilerinden İhsan Sabri Çağlayan. Bir zamanlar bunu bir övünç ve başarı gibi anlatanların bir gün bu meselenin gerçekliği tokat olup suratlarına çarpacaktı mutlaka…
Devlet ve din ideolojisine ters düştükleri için mi bu kadar soykırıma uğratılmışlar? Annesi babasız kalan çocuklar öbek öbek şehirlere taşınmış, zengin evlerinde besleme, hizmetçi yapılmasında suçları neymiş? Neden bölge halkı yerlerinden sürülmüş de, başka uluslardan getirilen göçmenler oralara yerleştirilmiş?
Amacı oraları tarumar etmek isteyen devlet ”33 askerin, Dersimli eşkıyalarca öldürdüğünü” söyleyerek tüm halkın üzerine bombalar kusmuş; evleri bir bir basarak insanları kurşuna dizmişler. Amaçları neymiş ki bu katliamı yapmışlar? Amaçları Dersim halkını asimile etmek mi, homojenleştirmek miymiş? Soykırım mı?
Dersim Katliamı’nda yaşanan yüzlerce acı anılardan kalanların hikayelerini dinledik okuduk. İnsanlığa sığdıramadık. Kanayan yaraları hâlâ kabuk bağlamadı. Nasıl bağlasın? O dönemi yaşayan ve şimdi 90’lı yaşlarına gelmiş yaşayan birçok tanık var. Her kulak sağır değildir gerçeğe, dilden dile, kulaktan kulağa taşınır hikayeler. Her hikaye hafıza ve anı taşır nesilden nesle.
İşte bu anlatacağımız hikaye de bunlardan biri. 1938’de 12 yaşlarında olan Torun Hanım’ın akılları durduran hikayesi. Torun Hanım eski bir Ermeni köyü olan, adını Ermenice’den alan Hakis köyünün Wank beldesinde doğmuş. -Hakis cumhuriyetten sonra Büyükyurt olarak değiştirilmiş-. 11 kardeşin sekizincisiymiş Torun Hanım. Hayvancılıkla uğraşan babası kıt kanaat geçindirirmiş çocuklarını. Annesi kilim dokur, çorap örermiş. Kışın çetin geçer Dersim’de; her çocuğun ayağına çorap gerekir ki çarıklarında üşümesin ayakları. Peynir yapar, yün eğirir. Torun Hanım daha küçük yaşta öğrenir birçok işi yapmayı, anasına yardım eder. Konu komşu dayanışmaları evlenecek çocuklarının düğün derneğinde, kışa hazırlık yağı ekmeği peyniri birlikte hazırlarlar. Komşuları, Arus Teyze, Bedros Amcadır sormazlar bile birbirlerine “Ermeni misin, Kürd müsün, Asuri misin, Keldani misin?” diye. Geçinir giderler, dayanışma içinde. Zaten vahşi olan doğasının zorluğu yeter Dersim’in. Kış oldu mu iyice zorlaşır hayat daha çok sokulurlar birbirine. Taa o gün gelene kadar, askerlerin bir bir evleri basıp biriktirdikleri malzemelerini, hayvanlarını yağmalayıp evin erkeklerinin kollarından tutup götürene ve gök yüzünde kocaman ateş kusan kuşa benzer tayyarelerin üstlerine yağdırdığı bombalara kadar kendi hallerinde yaşarlar.
Dersim Katliamı’ndan sağ çıkmış tanıdığım kadınların çoğu 80-90 yaşların üzerinde. Sanki Dersim Katliamı’nda hayatları ellerinden alınanların yaşayamadıkları hayatı yaşar gibidirler.
İşte bunlardan biri de Torun Hanım’ın hayatta kalışının mucizevi hikayesidir. Askerler bir sabah köyün etrafını sarmıştır. Ormana, dağlara kaçanlar kurtulmuş. Torun Hanım’ın babası, amcası, ağabeyleri başlarına geleceği anlayıp bir yol bulup dağlara kaçmışlardır. Babası köyden ayrılmadan bir gün önce evdeki paraları ve altınları bir kese ile kızı Torun’un elbisesi altından beline bağlar “Sen küçüksün sana bir şey yapmazlar, başınıza bir şey gelirse bunları kullanırsınız” der. Köye giren askerler önce ahırlardaki keçileri, koyunları kesip bir güzel yerler. Karınlarını şişirdikten sonra kemikleri mağdurların önüne atarlar. Talan bittikten sonra her haneye giren askerler hanede yaşayanları önlerine katıp ite kaka dışarı çıkarıp köy meydanına doğru götürürler. Torun Hanım diğer kardeşleriyle anasına sokulur, sessizce yürürler. Köy meydanına topladıkları insanları yukarıdaki Vank Deresi’ne doğru götürürler. Ermeni komşuları, uzak yakın akrabaları, çoluk çocuk ve kadından oluşan öbek öbek insan. Hamile gelinler, kucağında bebeği olan anneler askerlerin önünde tüfeklerin dipçiği ile ite kaka yürütülürler. Aslında hissederler bunca katliamdan sonra kendilerinin de başlarına kötü şeyler geleceğini… Ama çıkmayan canda umut vardır, belki de sürgün edilmeye götürülüyorlardır, diye geçer içlerinden. O malum derenin yamacına geldiklerinde, asker “Durun! Herkes sıraya dizilsin” komutunu verir. Önce itiraz ederler, direnirler fakat her direnen askerlerin tekmeleri altında ezilir. Asker “küçük çocukları kucaklarınıza alın” diye emreder, çünkü kurşun telef olmasındır, bir atışta analı kuzulu aynı anda devrilmelidirler. Dağlardan inen kar sularıyla Vank Deresi çağıl çağıl çağlamaktadır. Ağaçlar sanki tepelerinden onların acıklı sonunu izleyerek dallarını vururlar gövdelerine. Kuşlar sezmiş gibi birazdan patlayacak silahları cavlayarak kaçışırlar uzaklara. Çocuklar ölüme o kadar uzaktır ki kaçışan kuşlara takılır gözleri. Altı yaşındaki Hıdır sorar anasına: “Ana biz ne zaman çimeceğiz derede?” Anası cevap veremez sesi titrer. Görüyor gibidir birazdan kızıla boyanacak derede cesetlerinin çimeceğini…
Askerler makineli tüfeği derenin yamacındaki tepeye en yakın damın üzerine kurarlar. Etraftaki ahırları da ateşe verirler, yanan hayvanların böğürtüsü ve biraz sonra ortalığı saran et kokusu kalmıştır belleklerinde.
Askerler geçerler dam üstüne kurdukları makineli tüfeğin başına, kurbanlara doğrulturlar silahı. Can korkusu sarar her birinin bedenini, çocuklar oyun ve ölümün farkını ayıramazlar henüz. Sadece titreyen ve inleyen analarının hallerinden anlarlar başlarına gelecek kötülüğü. Tam da bu hengame ve can pazarında, tam da asker kurşunları namlunun ağzına verdiği anda kucağındaki 40 günlük bebeğini düşürür genç bir kadın. Bebek dereye doğru yuvarlanırken asker çeker elini tetikten, koşar dereye düşen bebeğin yanına, bebeği dereden alıp çıkarır. Askerin içindeki kalan vicdan kırıntısı mıdır harekete geçiren? Hayır, belki de askeri bir intizamın bozulmasından rahatsız olmasıdır ya da sadece bir refleks olmalıdır! Tam da ölümün soğuk sancısıyla titreyen insanlar için zaman orada durmuşken derenin karşısındaki tepede elinde beyaz bayrak sallayan muhtarın çığlığı duyulur: ”Af geldi, af, geldi!” diye bağırınca bir iki dakika önce Azrail’in nefesini yüzlerinde hisseden biçare insanlar ”affedilmesi mümkün olmayan devletin” affıyla kurtulmuş olurlar…
Sonra bitmez tabii çileleri, o şehir bu şehir derken Türkiye’nin dört tarafına sürgün edilirler. Küçük kızların saçları tıraş edilir; trenlere bindirilip zengin, bürokrat ve asker evlerine hizmetçi olarak gönderilir isimleri değiştirilir. Kopartılırlar yurtlarından, ailelerinden…
Torun Hanım mı? O da ailesiyle Elazığ’a kaçar. Orada, gene bir eski Ermeni köyü olan Erzürük’e yerleşirler. 16 yaşına geldiğinde evlendirilir. Sonra eri İstanbul’a para kazanmaya gider. Torun Hanım istemez İstanbul’a yerleşmeyi ”Orada toprak yok ne yaparım orada?” dese de üç çocukla gelir İstanbul’a, 4 çocuk’da orada doğurur. Torun ismi tuhaf kaçar İstanbul’da, adı Fatma olarak değiştirilir.
Şimdi 90 yaşına gelmiş Torun Hanım yaşamış olduğu onca acılara inat, dalları gürül- gürül ulu bir çınar gibi… O çınarı, ne fırtınalar ne kasırgalar yıkabilmiştir; 90 yaşına kadar inatla yaşamıştır. Onca öldürülenlerin hayatından da hakkını almış yaşamdan sanki…