İnsan Bilmediği Şeyden Nefret Eder!

En yüce iyinin doğaya uygun yaşamak olduğu fikrini hayata geçirmek zor değil. Bu düşünce Pitagoroscu ögreticilerin kurduğu bir felsefe okulu olan Stoacı akımın savunucuların görüşleriydi. Daha o zamanlardan başlayarak insanlar hep doğaya uygun yaşamayı seçmişlerdi. Böylece aslında doğaya uygun yaşamak: “başkaları için yararlı bir iş yaparsa ortaklaşa bir iş yapıyor demekti” bu anlayış.

Fakat başkaları için ortaklaşa bir iş yapanlar bir yerden sonra toplumsal olsa da emekleriyle hep bedeller ödüyorlardı. Pek çok felsefecide, düşünürde toplum adına yararlı şeyler yapmanın en ağır bedelini ödüyorlardı. Filozof Seneca buna: “toplum dediğin şey merhametsizdir. Günahlarını içinde saklamayı becerirsen seni her zaman bağışlar fakat açık ettiğin anda” sana karşı daha fazla acımazsız olur.

Greko-Rromen, Greko-Latin döneminin el yazmacılarından: Pilinus, Polien, Ptolemaios, Hekataios, Diodoros, Nikolas, Simonides gibi el yazmacıları, doğada düşünme sanatı ve giderek alfabe ile: “yazma sanatı, konuşma sanatına hiç benzemez” şeklinde ortaklaşmışlardı. Onlar türlü türlü düşünceleri dile getirirlerken, yazma sanatı: “başka türlü gereksinimlere dayanır” diye tarif etmektedirler.

Antik dönem el yazmacılarının düşünce, yazma, konuşma sanatlarına bakışlarını Jan Jacques Rousseau, Dillerin Kökeni adlı çalışmasında; yazmanın zorluklarından söz ediyor. O çağlarda alfabenin sınırlı imkanları ve seslerin harflere yansıtılması, hayata geçirilirken dönemin el yazmacılarından “Yunanlılar 7 ünlüyle, Romalılar 6 ünlüyle yazmaya” başladılar. Ticareti erkenden keşif eden halklardan Fenikeliler: “Hiyerogolifler kaç yüz yıl boyunca Mısırlıların tek alfabesiydi” şeklinde tarif ederlerken, onlardan etkilenmişlerdi. Alfabeyi de onlar buldular.

İşte en yüce iyinin doğaya uygun olduğu fikriyle felsefe başlamıştı, ne vakit ki konuşma (retorik sanatı), yazma sanatına dönüştü, bilgilerde öylece çoğaldı. Tüccarların malları dünyayı dolaşıyordu. Yalınız dünyayı dolaşan mallar değildi, yazıda, düşüncelerde, dillerde, mallar gibi dünyayı dolaşmaya başladı.

Dünyayı dolaşan filozların düşüncelerinin yanında, tüccarların malları kabul görüyordu. Düşünce sanatı, yazı sanatı, konuşma santı hep dışlanıyordu.

İnsanlar: “bilmedikleri şeylerden nefret ediyorlardı” yine de filozofların düşünceleri insanları bir araya getiriyordu. Sistemin yetiştirdiği insanlar, bilmediklerine düşman oluyorlardı.

İnsanları bir araya getiren düşünceler, düzenin korkusuydu. “Korku ve güçsüzlük acımasızlığın kaynaklarıydı” diyordu Jan Jacques. Günümüzde de geçmişte de doğaya uygun yaşamayı seçmeyenler acımazsız ve güçsüzlerdi, onlar hep düşünceye, doğaya saldırıyorlardı.

Gene de doğa ve toprak insanı besliyordu. İnsan; vahşiydi, vahşi, avcılığa, barbar, çobanlığa, uygar, çiftçiliğe başladı. İnsanlar zamanla bunları aştı.

Eski Yunalılarda Tiriptolema, tarımın kurucusu sayıldı. “Düşünme, fikirlerin karşılaştırmasını doğurdu”. Karşılaştırma ve düşünce insanda iş bölümüyle aydınlanmayı başlattı. Bütün bunlar insan için kolaydı ama yerine getirmek zordu. İnsan sabrın, büyük bir erdem olduğunu gördü. Zamanla doğaya uygun yaşmanın en yüce değer olduğunu kavradı, ama hala bocalamaya son veremedi.

Bugün de insan dünyada her şeyin eskisi gibi gitigini sanıyor ama aldanıyor. Siyasal rejimler, insana hep en naif söylemle “neşesiz zorluklar” çıkartıyordu. Aristo da: “doğa ile insan bütündür” diyordu. Evrende olup bitenler rastlantı değildi. Bilmek, bilgi edinmek, insanı mutlu ediyordu. Yinede düşünce, aydınlanma, bilim, hep kıvrımlı yol alıyordu.